1. Netflix’in Türkiye pazarına girmesi, bir saatte yedi bin üye toplaması hali hazırda bu servise, korsanın cenneti olsak bile, ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Türkçe altyazı, dublaj seçenekleri illaki gelecektir yakın zamanda, o zaman kuşkusuz abone sayısı daha da artacak.
2. Silikon Vadisi’nden çıkıp da geleneksel sistemleri tehdit eden servislere İngilizcede ‘disruption’ deniyor; verdikleri rahatsızlıktan hiç de özür dilemiyorlar. Kuşkusuz Netflix’in varlığı Türkiye’de de uzun vadede rahatsızlık yaratacak televizyon sistemi için. Bu platform sadece eski dizileri, filmleri bir kütüphane olarak sunmuyor artık. Bizzat var olan televizyon sistemine karşı bir alternatif geliştiriyor.
3. DVD kiralama servisi olarak başlayıp video dükkanlarının sonunu getiren Netflix’in şimdiki en büyük hedefi kendi prodüksiyonlarını çoğaltmak. “House of Cards”la geleneksel televizyon izleme alışkalığını yerle bir ederek bir dizinin bütün sezon bölümlerini aynı anda yayınladılar. Bu bir geleceğe dönüştü artık Netflix’te. Çünkü izleyici yeni bölüm için beklemek istemiyor.
4. Netflix’in kendi prodüksiyonlarından bazıları başarısız oldu, bazılarıysa çok başarılı. Mesela bu sene Aziz Ansari’nin dizisi “Master of None” herkesin dilinde, aynı şekilde “Making a Murderer” belgeselini de nefeslerini tutarak izledi insanlar. Sadece dizi değil, film işine de girdi Netflix ve İdris Elba’nın, Adam Sandler’ın oynadığı sinema fimlerinin yapımcısı oldu. Bir Netflix dizisinin kâr etmesi için 200 bin izleyici gerekiyor. 70 milyon aboneli bir serviste hiç de zor bir hedef değil.
5. Düşünün şimdi: Üç saatlik bayat Türk dizileri, çarpık bir televizyonculuk sistemi, yaratıcılıktan uzak, izleyenin zekasını aşağılayan kötü dizilerle dolu bir sisteme Netflix kendi prodüksiyonuyla katılsa… Polis müdüründen dönme ya da muhasebeci bozması yetersiz televizyon müdürlerinin keyfine, pazardan açık deterjan alan izleyicinin talebine değil de, rafine zevklere hitap eden yapımlara imza atsa… Kaçınılmaz olarak Netflix yerli prodüksiyon işine girecek. O zaman işte ortalıktan tanrı gibi gezinen yapımcıların da, televizyon genel müdürlerinin de sonu olacak. Belki de televizyon sistemi normalleşecek, dizi oyuncuları köle olmayacak. Çıta yükselecek.
6. RTÜK sansürünün olmadığı, reklama bağımlı olmayan bu yapı Netflix’te yaratıcılığın da kapılarını açacak. Kuşkusuz zaman alacak, ama öyle 20 yıl da sürmeyecek bir değişim. Agresif bir şekilde piyasaya girecekler, büyüyecekler ve Digiturk’ü de, alışılagelmiş kanalları da rahatsız edecekler. ABD’de yerleşik kanallar hâlâ iyi ve kaliteli içerik sunduğu için rekabet daha ağır koşullarda ilerliyor. Türkiye’de ise televizyon gerçek bir aptal kutusu, Netflix’in her yapacağına karşılık verecek bir alıcı mevcut.
Yeni başlayanlar için modern sanat
Best of Müze!
İşadamı Eli Broad 2015 yılı itibarıyla Forbes Dergisi’nin dünya zenginleri listesinde 65. sırada yer alıyor. Hemen hemen bütün ultra-zenginler gibi Broad’ın da meşhur bir sanat koleksiyonu var bunu kamuoyuyla paylaşmayı bir tür görev biliyor. Zenginlerin vakıf, müze, galeri açıp çeşitli vergi oyunları yapmasını bir yana bırakırsak… Topladıkları sanat eserlerini sergilemeleri bir tür suçluluk duygusunun ürünü mü, yoksa gerçekten sanatın paylaşılarak mı sevileceğini düşünüyorlar acaba?
Oysa Steve Jobs’ın böyle bir derdi hiç yoktu… Hatta parasını hayır kurumlarına bile bağışlamak aklından geçmiyordu. Jobs kuşkusuz dünyanın en iyi insanı ya da bir melek değildi. Ama yarattığı ürünlerle hayatımızı değiştirdi. Müze açıp vakıf kuran birçok zengine kıyasla daha çok etkisi oldu gündelik hayatımıza, yaşayış tarzımıza. Hangisi daha değerli acaba?
Eli Broad’ın kendi soyadını taşıyan müzesini Los Angeles’ta gezerken aklımdan bu sorular geçiyordu. Zenginler sanat üzerinden bize hizmet mi veriyor, yoksa kendi güçlerini bir kez daha halka mı sergiliyor?
The Broad, Los Angeles şehir merkezine yeni bir hava katan çok güzel bir müze. 140 milyon dolara mal olan binayı New Yorklu mimari firma Diller Scofidio + Renfro tamamladı. Firma MoMA’nın tartışmalı genişleme projesini de üstlenmiş durumda; komşu bir başka müze sırf MoMA daha büyük olsun diye yıkılıyor ve ne yazık ki alternatif çözüm bulunamadı.
The Broad bir anlamda modern sanata giriş dersi gibi bir müze. Cahilseniz size hiçbir şey ifade etmeyecek. Ama biraz oradan buradan sanatçı adı duyduysanız, bilgini yüzeyselse büyüleneceksiniz. Üstelik girişi bedava, kuyrukta saatlerce beklemeyi göze alırsanız.
Bir “Best Of” da denebilir The Broad için. Çağdaş sanatın en ikonik parçaları bir arada sunulmuş, izleyenin gözünün içine sokuluyor. Zenginler “Bakın bizde neler var” diye birbiri ardına en bilinen, en çok kartpostalı yapılan, en çok fotoğrafı paylaşılan sanat eserlerini belli bir sofistikasyon ya da ahenk olmadan gösteriyor.
Jeff Koons’un balon köpeğinin olmadığı bir zengin koleksiyonu olabilir mi? Yetmedi mi, süpürgeler ve basketbol topları da var.
Koons varken Damien Hirst olmaz mı? Alın size koyun. Alın size renkli noktalar. Daha ne istiyorsunuz?
Peki ya Andy Warhol’un Elvis’i? Mike Kelley yok galiba düşünürken, o da karşıma çıktı. Ellsworth Kelly’nin dört resmi de… Jean-Michel Basquiat, Keith Haring, Barbara Kruger (ki bayılırım), Julian Schnabel, Cindy Sherman, Cy Twombly, Ed Ruscha ve de Roy Lichenstein. Başka popüler sanatçı kaldı mı? Chuck Close’u unutmuşum; The Broad unutmamış, onu da sergilemiş. Ya da Vanity Fair dergisine göre modern sanatın en önemli eseri Jasper Johns’un Amerikan Bayrağı. Ne varsa bir arada.
Doğrusu gezerken biraz fazla geldi, biraz boğulacak hissettim. Bu kadar kalabalıkta tarihe damga vurmuş eserler anlamını yitirdi.
Harvard-Stanford’u boşver
At diplomanı çöpe
Hemen hemen hiç kurumsal tecrübem yok. Sanırım bir ofiste düzenli olarak sadece altı ay çalıştım ve nefret ettim. Kendime her yerde çalışabileceğim bir iş seçtiğim için sanşlıyım. Ama bir o kadar da iş güvencesi olmayan bir sektörde çalışıyorum. Her an atılabilirim, yıllarca işsiz kalabilirim.
Yine de bir büyük şirkete teslim olmaktan daha iyi. O yüzden ben şanslı olanlardanım.Uzaktan gözlemleyebildiğim kadarıyla iş dünyasında iki tür insan var.
Biri, yurtdışında okumuş, yurtdışında gördüğü her şeyi yaşadığı ülkenin dinamiklerine bakmaksızın bire bir uygulamaya çalışanlar. Hanzade Doğan, yurtdışından ilk dönüp Milliyet’in başına geçtiğinde ‘tek fotoğraflı birinci sayfa’ olan bir gazete tasarlıyordu. Sonunda Milliyet satıldı.
Bir diğer iş dünyası tipi de, sadece yurtiçinde kalmış, dolayısıyla yerli kalıp yurtdışında okuyanları küçümseyen, kendi yerel dünyasında sadece uzaktan görerek, taklit ederek, şansı da yaver giderek bir yere gelmiş insanlar.
Genellikle iki tip arasında hep bir çatışma oluyor. Eğer yerel kalan bir şekilde bir kurumda yükseldiyse, kendi aşağılık komplekslerinden dolayı yurtdışından geleni ezmekle başlıyor.
Sağlığımıza zararları üzerine pek çok kanıt bulunan şekerli içecek satan bir firmanın yöneticisi geçenlerde Hürriyet’e verdiği bir röportajda artık Harvard ve Stanford diplomalarını önemsemediğini söylüyor. Bunlar çok önemli değilmiş onun için; hangi kulüplerde, hangi sosyal faaliyetlerde yer almış, buna bakıyormuş.
Harvard da, Stanford da, özellikle işletme yüksek lisans bölümleri dünyanın girmesi en zor olan okulları. Buralardan mezunları dünyanın bütün firmaları anında kapıyor. McKinsey gibi şirketler çalışanlarını özellikle bu okullara götürüyor.
Ama Türkiye’de şekerli içecek satan hanımefendiye yetmiyormuş bu diplomalar. Bu okulları bitiren başarılı gençler gelecek, burada işe başvuracak ve karşılarına onları beğenmeyen bir insan kaynakları müdiresi çıkacak. Türkiye’de her sektör adaletsiz işte.
İster istemez merak ettim tabii…
Müdire hanım Marmara Üniversitesi mezunuymuş.
ADA CAN DÜNDAR
20 yılda ne değişti?
Bu pazar, PKK’nın ilk saldırısının 20. yıldönümü…
Güneydoğu’da ilk silah, 20 yıl önce, 15 Ağustos 1984’te patlamıştı.
O gece Eruh ve Şemdinli ilçelerindeki karakollar ve lojmanlara ateş açıldı. Bir er şehit oldu. 12 görevli yaralandı.
Bu tam bir baskındı ve büyük şaşkınlık yarattı.
Başbakan Özal saldırganları “2.5 çapulcu” diye tanımladı.
Öyle olmadığını anlamak, Türkiye’ye çok pahalıya mal olacaktı.
20 yıllık iç savaşta 30 bin can yitirildi.
Sakat kalanlar, öksüz kalanlar, terörle mücadeleye akıtılan paralar, çeteler, göçler, kinler de cabası… 20 yıl sonunda bugün PKK lideri hapiste…
Türk Silahlı Kuvvetleri, geç uyum sağladığı bu dişli savaş sonucu bölgeyi PKK’dan arındırdı.
Siyasi sonuçlara gelince…
20 yıl önce “Ben Kürt’üm, Türkiye’de Kürtler vardır” dediği için eski bir bakanı, Şerafettin Elçi’yi hapse koyan Türkiye, bugün resmi televizyonundan Kürtçe yayın yapıyor. Radyolarda Kürtçe müzik çalınıyor. Kürtçe öğreten kurslar açılıyor. Kürt vurgusuyla seçime giren parti ise bölge belediyelerinde yönetimde…
Bu sonuca bakıp “Savaş, bölgede temel demokratik hakları geciktirdi” demek de mümkün; “Bu haklar kan pahasına alınabildi” demek de…
Ama önemli olan şu:
Silahlar susunca Olağanüstü Hal kalkmış, kanlı bir dönem geride kalmış, bölgede demokratik açılımlar başlamış, yatırım hazırlıkları artmış, turizm canlanmış, en önemlisi halkta bir yarın umudu doğmuştu.
Bu hava, Kongra-Gel’in ateşkesten vazgeçme kararıyla bozuldu.
O günden beri Diyarbakır’dan, Şırnak’tan, Hakkari’den, Mardin’den, Van’dan, İstanbul’dan silahlı, bombalı saldırı haberleri, şehit cenazeleri, “parçalanarak ele geçirilmiş terörist” resimleri peş peşe geliyor.
Abdullah Öcalan, 1. Körfez Savaşı’ndan sonra şöyle diyordu:
“Batılılar bu bölgede Kürtlere ikinci İsrail rolü vermek istiyor. Arap alemini kuzeyden kemerleyecek, İsrail üzerindeki Arap tehlikesini hafifletecek bir rol niyetini sezmemek mümkün değil.”
Bugün bu niyet çok daha belirgindir.
O yüzden yeni bir çatışma ortamının kimin işine yarayacağını iyi hesaplayıp terörün karşısına “Hayır” diye dikilmek zorundayız. (12 Ağustos 2004)
İletişim: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @orayegin.
Kaynak Sözcü
Netflix Türk TV’lerini bitirecek http://habervizyonu.com/2016/01/10/netflix-turk-tvlerini-bitirecek/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder